Üvercinka, Göçebe ve Türkçe Bilenin İşi Rast Gider adlı eserlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda kitaba imza atan şair, yazar ve çevirmen Cemal ...
Süreya, ikinci kitabı "Göçebe"yle 1966'da Türk Dil Kurumu Şiirlerindeki ironiyi ortaya koyan "Gül" şiiri, Yeditepe dergisinde yayınlandığında 23 yaşında olan Süreya, Sezai Karakoç, Muzaffer Erdost, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile yakın arkadaş oldu. Suat Hüseyin gibi farklı mahlaslarla kaleme aldı. "Yeni Ulus" ve "Aydınlık" gazetelerinde de yazan Süreya, çeşitli devlet kademelerinde görev aldıktan sonra 1982'de emekli oldu. Bir yıl sonra babası, diğer çocuklarını da alarak İstanbul'a geldi ve çalışmaya başladı. Ancak aile yeniden, sürgün yeri Bilecik'e gönderildi.
Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın en özgün şairlerinden biri kuşkusuz... Doğduğu Erzincan'dan yurdun neredeyse her köşesine ve Paris'e uzanan kısa yaşam serüveni ...
Bunun için ki Yunus Emre’ye “Türkçenin süt dişi” dedi. O zamanlar çok âşık olduğu Zuhal’e “Güvercin kadınım” dermiş, herkesler gibi olmasın diye “Üvercinka” diye çoğalttı bu seslenişi ve kitabına ad yaptı sonradan... Nedense bu Üvercinka adı bende her zaman Picasso’nun “Guernica”sını çağrıştırır. Ülkü Tamer’in dediği gibi “Atlas Okyanusu’nda Fırat’ın Salı, Zap Suyu’nda açan Alp çiçeği” idi bu yurdun. “Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır” diyordu. Şiirlerinde ilk göze çarpan, aşk ve cinsellikti: “Erotik bir şiirdir benimki. Hiç unutmam bir gün yine İzmir’de bir meyhanede yan masadan bir “ufak” göndermişlerdi masamıza “mavi sakallı şair için...” notuyla. O, saç teline kadar kızarmış ve “Bir şairin şahsen tanınması iyi değil galiba...” demişti utanarak. Sonra 1954’te yayımladığı “Gül”, ‘Güzelleme’, ‘Aşk’ gibi şiirleri onun sarsıcı bir şair olduğunun açık kanıtıydı. Fakat o her zaman “temel işi” olarak şiiri gördü. Cenazesinde Muzaffer Buyrukçu demiş ki Ülkü Tamer’e “Onu çok mutlu ettin biliyor musun, şiirin fotokopisini hepimize dağıttı.” O inanılmayacak ölçüde utangaç ve naif bir insandı; bazı şiirlerini andıran... Yeri gelmişken söyleyeyim, bu dergiyi Ülkü Tamer’le birlikte çıkarmışlardı ve Ülkü Tamer, ölümünden birkaç hafta önce Cemal Süreya’ya ithafen bir şiir yayımlamıştı Broy Dergisi’nde; “Atlas Okyanusunda Fırat’ın Salı”.
İşte o şiir: “Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem, Daha çok seviyorum Cansever'i, Uyar'ı, Can Yücel'i Bir de Fethi Naci'yi ve elbet Mustafa Kemal'i…”
Cemal Süreya üstelik Türkçeye tutkun bir Türk şairidir. Cemal Süreya yedi yaşındadır. Cemal Süreya Türk şairidir. Cemal Süreya devrimcidir. Cemal Süreya'ya göçebelik babasından miras olarak kalır. Mustafa Kemal'in bir yön olduğunu, Cumhuriyetin yapılmış, her şeyi bitmiş bir bina olmadığını söyleyen biri daha vardır. Yapılmış, her şeyi bitmiş bir bina değildir. Sürgün oluşumuz, annemin ölüşü de o yıl içinde." "Mustafa Kemal bir temeldir. Özellikle babaannesi temiz bir Türkçeyle konuşur. "Sözgelimi Atatürk 1938'de öldü. Bir yöndür.
Özgürlük tutkunu büyük şair Cemal Süreya, aramızdan ayrılalı tam 32 yıl oldu. "2000'e Doğru" dergisine yazdığı İzdüşümler'le "Türkiye'nin en iyi portre ...
Özgürlük tutkunu büyük şair Cemal Süreya, aramızdan ayrılalı tam 32 yıl oldu. Partili aydındı Cemal Sürya. Doğu Perinçek, 12 Eylül karanlığında Cemal Süreya’nın, Saçak Yazı Kurulu’nun en disiplinli, en çalışkan üyesi olduğunu, 10 saati aşan Yazı Kurulu toplantılarına baştan sona katıldığını, derginin yayın çizgisine ilişkin tartışmalara derinlik kattığını anlattı: Cemal Süreya, 12 Eylül koşullarında cesaretini kaybedenlerden değildi. "Ölüyorum tanrım / Bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür" demişti dizelerinde Cemal Süreya... Ve sormuştu "sen hiç âşık oldun mu?"
1937 yazında Dersim'de Seber ailesine sürgün kararı tebliğ edilir: “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna ...
Çarpıcı benzetmeler ve metaforlar da bu yazıları “şiirleştiren” başka bir unsurdur. Kişisel tarihini düşündüğümüzde, bu keder ve pişmanlıkta Süreya’nın etnik ve dinsel kimliğini kamuoyundan, okurlarından uzun süren saklamasının da büyük bir rolü olması gerektir. Bu kitabın Süreya’nın külliyatında özel bir yeri vardır. Ve bazı şeyleri bir gün mutlaka anlatırım.” Bu alıntı, Süreya’nın 1980’lerdeki ifşacı ve rahat tavrını en güzel özetleyen ifadedir. Böyle bir ortamda, 1988 yılında bir gün arayla iki şiir kitabı yayınlar ve bu yapıtları ile 1989 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görülür. Süreya’nın 1980’lerdeki ürünlerine damgasını vuran bu açıklığın ve siyasallaşan tavrın memurluktan emekli olması ile doğrudan bir ilişkisi vardır. Bu da Süreya’nın yazın çevrelerindeki ilişkilerini artırmış, adının ve ününün yayılmasına çok yardım etmiştir. Bu anlamda, bu toplamın en ilginç şiiri, Papirüs dergisinin ilk sayısında yayınlanan, Süreya’nın “Dersim Olayları”nı ve bu konudaki duruşunu sezdirdiği (belki) ilk ve tek şiiri olan “Beni Öp Sonra Doğur” adlı şiirdir. Daha somut olarak bu yazıların büyük bir bölümü, cumhuriyetle başlayan dönemdeki entelektüel yönelimler ve entelektüel ya da dönemin yaygın ifadesi ile “aydın” profili üzerine yazılmış yazılardır. Yazının genel havası, Süreya’nın kendisini de toplumun alt tabakalarından gelen bu yeni yazar grubunun bir üyesi olduğunu ve bunun farkında olduğunu hissettirir. “Yeni” şiirin geleceğine dair duyduğu iyimserlik ve kuşaktaşlarını destekleyici, coşkun tavrı da bu yazıların bir diğer özelliğidir. Mesela, Bilecik Ortaokulu’ndayken, bir öğretmeni inatçılığı nedeniyle “Kürt damarı tuttu” demiş, bir arkadaşı da “Sümüklü Kürt” diye Cemal’e bağırmış ve bu durum onun bütün gün ağlamasına sebep olmuştur.